ÇANAKKALE HAKKINDA GENEL BİLGİ
Ege bölgesinin kuzeyinde hem Ege denizine hem de Marmara Denizinde kıyıları olan ilimiz. Boğaz oluşturacak biçimde iki yarımadadan oluşur. Yer şekilleri yönünde İstanbul’a benzer. Avrupa ile Asya kıtasını birleştirir. Yüz ölçümü 9737 km karedir. Çanakkale’nin tarihi çok eskilere dayanır. İlde birçok uygarlık kurulduğundan çok renkli ve çeşitli bir kültür birikimi olmuştur. Özellikle Truva olmak üzere birçok tarihi kent ve yapı kalıntısı turizm açısından çok değerlidir. Çanakkale iline özgü çanak-çömlekler 18. yy dan beri yapılmaktadır. Osmanlı Devletinin son yıllarında İngilizler ile Fransızların Çanakkale Boğazını ele geçirmek için açtığı savaş çok önemlidir. Türk birlikleri çok büyük bir başarı göstererek bu önemli savaşı kazanmıştır.
ÇANAKKALE CEPHESİ
Çanakkale Cephesi I. Dünya Savaşı’ndaki gelişmelerde çok önemli rol oynayan cephelerden biridir. İtilaf devletleri, Boğazları ve İstanbul’u alarak Osmanlı Devletini savaş dışı bırakmak istiyorlardı. Ayrıca Boğazlar ele geçirildiğinde Rusya’ya daha kolay yardım gönderilebilecekti.
Bu amaçlarını gerçekleştirmek için İtilaf Devletleri güçleri önce Seddübahir ve çevresini topa tutmaya başladı. Sonra İngiliz ve Fransız donanması Boğazlardan geçmek için 18 Mart 1915’te Çanakkale’ye geldi. Ancak Nusret mayın gemisi Boğaz’a mayın döşemişti. Mayınların ve Türk askerlerinin karadan açtığı top ateşi sonucunda, düşman donanması büyük kayıplar vererek, geri çekilmek zorunda kaldı.
Boğazları denizden geçme girişimi başarısız olunca İngiliz ve Fransız komutanlar karadan Gelibolu’ya asker çıkarmaya karar verdiler. Bunun üzerine İngiliz, Fransız Avusturya, Yeni Zelanda ( anzak ) askerlerinden oluşan bir kuvvet Arıburnu, Seddülbahir, ve Kumkale bölgelerinde çıkarma yaptı.
Çanakkale savaşının bütün hızıyla sürdüğü bu sırada Mustafa Kemal Anafartalar Grup Komutanlığına getirildi. Kendine güvenen, görevine aşırı bağlı, çabuk ve doğru karar veren bir komutan olan Mustafa Kemal, kısa zamanda düzensiz asker birlikleri bir araya toplayarak disiplinli bir ordu oluşturdu. Gelibolu yarımadasında düşmanın saldıracağını tahmin ederek bir savunma planı hazırladı. Düşman kuvvetleri 25 Nisan 1915’te Mustafa Kemal’in düşündüğü şekilde saldırılarına başladı.
Türk askeri Anafartalar, Arıburnu, ve Conkbayırın’da tarihte örnek gösterilecek bir savunma gerçekleştirdi. Mustafa Kemal Arıburnunda askerlerine ‘size ben taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimize başka kuvvetler ve başka komutanlar gelebilir’ demiştir. İtilaf devletlerinin en modern silahlarını kullandığı bu savaş, Mustafa Kemal’in askerlerinin zaferiyle sonuçlandı.
Çanakkale cephesindeki savaşların kazanılmasıyla İstanbul ve Boğazlar kurtarıldı. İtilaf devletleri Boğazlardan Rusya’ya yardım gönderemeyince Rusya’da ekonomik sıkıntılar arttı, ihtilal patlak verdi ve Çarlık düzeni yıkıldı. Bu cephedeki savaşların sonuçları Birinci Dünya Savaşının uzamasına neden oldu. Bu cephe I. Dünya Savaşı’nda Türk ordularının zaferle çıktığı tek cephe oldu. Mustafa Kemal’in başarıları Türk milletinde ona karşı sevgi ve güvenin oluşmasını sağlandı.
Genel bilgi ; Birinci Dünya Savaşında Çanakkale Boğazını geçmek isteyen İtilaf devletleri (İngiltere ve Fransa ) kuvvetleriyle yurtlarını koruyan Türk kuvvetleri arasında yapılmıştır. (3 kasım 1914 – 9 ocak 1916 ). Osmanlı devleti birinci dünya savaşında ittifak devletleri ( Almanya, Avusturya, Macaristan) yanında savaşa girmişti. İngilizler ve Fransızlar kendileri ile birlik olan Rusya’ya yardım etmek Batı cephesindeki Alman baskısını azaltmak, Süveyş ve Mısır üzerindeki Türk tehlikesini etkisiz hale getirmek için, Çanakkale ve İstanbul boğazlarını denetimleri altına almak istediler. Öne deniz kuvvetleriyle Çanakkale Boğazını zorladılar. Başarı sağlayamayınca, karaya çıkarma yaparak Türk savunmasını kırmak girişiminde bulundular. Fakat kara savaşlarında da sonuç alamadılar. Yenilgiyi kabul ederek bu bölgeden çekip gittiler.
Çanakkale Boğazı yapısı bakımından savunmaya elverişli idi. Dolambaçlı ve oldukça uzundu; iki kıyısı da tepelikti. Fakat gerektiği kadar silahlandırılmamıştı. Güçlü bir donanmaya karşı koyacak durumda değildi. Dış savunma için seddülbahir ve kumkale’ye yirmi top konmuştu. Bunlardan yalnız dördü, onbeş kilometreye kadar atış yapabiliyordu. Elde bulunan bütün toplar, boğazın en dar yeri olan iç savunma düzeninde toplanmıştı. Önceden boş olan ara savunma mevzilerine düşman saldırıya geçmeden bataryalar, yerleştirildi. Boğazın aşağı bölümü mayınlarla kapatıldı.
ÇEVRE PSİKOLOJİSİ
Görmüş olduğumuz gibi, insanlar birbirlerini birçok şekillerde etkilerler. Fakat fiziksel çevre de bizi etkiler; bu etkileri inceleyenler çevre psikolojisi adı verilen bir psikoloji dalı geliştirmişlerdir. Çevre psikolojisinin başlıca uğraş alanlarından birisi, gürültülü ve kalabalık kentsel çevrelerde yaşamanın psikolojik etkileri olmuştur; dolayısıyla, hem gürültünün hem de kalabalığın psikolojik işlevlerimiz üzerindeki etkilerine bakacağız.
Gürültünün Etkileri
Genelde, huzur ve sessizliği gürültüye tercih edeceğimizi fark etmek mantıklıdır. Buna rağmen, çoğumuz başlangıçta "fazla sessiz" olduğu için dağlarda ya da kırsal alanda uyumaya alışmak zorunda kalma deneyimini yaşamışızdır. Bu deneyim, insanların geniş bir gürültü aralığına alışabildiklerini göstermektedir. Araştırmalar bu görüşü desteklemektedir, örneğin, Glass ve Singer (1972) insanları kısa süreli çok kuvvetli gürültüye maruz bırakmışlar ve sonra problem çözebilire derecelerini ve gürültüye psikolojik tepkilerini ölçmüşlerdir. Önce gürültü oldukça engelleyici olmuş, fakat yaklaşık 4 dakika kadar sonra, denekler görevlerini gürültüye maruz bırakılmayan kontrol denekleri kadar iyi yapmaya başlamışlardır. Fizyolojik genel uyarılmıştık halleri de hızla kontrol denekleriyle aynı düzeylere düşmüştür.
Ancak uyum sağlamanın sınırları vardır ve kişinin birden fazla işe konsantre olması gerektiğinde, yüksek ses daha rahatsız edici olmaktadır. Örneğin, yüksek gürültü düzeyleri, aynı anda üç kadranı izlemesi gereken deneklerin uçak pilotlarının ya da hava trafiği kontrolörlerinin işlerinden pek farklı olmayan bir iş performansını olumsuz yönde etkilemiştir (Broadbent, 1957). Benzeri şekilde, gürültü, deneğin hareket eden bir çizgiyi izleme yeteneğini etkilememiş, fakat çizgiyi izlerken sayıları tekrar etme yeteneğini olumsuz yönde etkilemiştir (Finkelman ve Glass. 1970).
Gürültü hakkındaki araştırmalardan elde edilen belki de en anlamlı bulgu, gürültünün kestirilebilirliğinin, yüksekliğinden daha önemli olduğudur. Oldukça yüksek olsa da, fondaki süreğen bir gürültüyü "'duymamaya" beklenmeyen gürültülerin araya girdiği koşullar altında çalışmaktan çok daha yatkınız. Deneklerin bir iş üzerinde çalışırken ses patlamalarına maruz bırakıldıkları Glass ve Singer çalışmasında bazı denekler kuvvetli patlamalar, bazıları ise hafif patlamalar duymuştur. Bazı denekler için patlamalar tam 1 dakikalık aralarla verilmiştir (kestirilebilir gürültü); diğerleriyse toplamda aynı sayıda patlama işitmelerine karşın bu patlamalar rasgele aralarla gerçekleşiyordu (kestirilemez gürültü). Denekler, kestirilebilir ve kestirilemez gürültüyü aynı derecede rahatsız edici bulduklarını bildirmişlerdir ve tüm denekler, deneyin gürültüye maruz kaldıkları bölümü boyunca yaklaşık aynı düzeyde performans göstermişlerdir. Ancak deneklerin gürültüsüz koşullarda yazılı materyali okuyup düzeltmeleri istendiğinde, farklı gürültü koşullarının oldukça farklı ardıl etkileri olmuştur. Tabloda gösterildiği gibi, kestirilemez gürültü, daha sonraki düzeltme işinde kestirilebilir gürültüden daha çok hataya yol açmış; hatta hafif kestirilemez gürültü bu işte kuvvetli, kestirilebilir gürültüden biraz daha fazla hataya neden olmuştur. Açıktır ki, kestirilemez gürültü kestirilebilir gürültüden daha fazla yorgunluğa yol açmakta, fakat bu yorgunluğun performans üzerinde etkisini göstermesi biraz vakit almaktadır.
Kestirilebilirlik, gürültünün olumsuz etkilerini azaltan ya da yok eden tek değişken değildir. Bir diğer değişken kontroldür. Eğer birey gürültüyü kontrol edebileceğini bilirse, bu genelde gürültünün hem bu andaki olumsuz etkilerini hem de ardıl etkilerini yok eder. Birey aslında hiçbir zaman gürültüyü durdurma seçeneğini kullanmasa da, bu doğrudur (Glass ve Singer, 1972). Sadece gürültü üzerinde kontrolünün olduğunu bilmesi yeterlidir. Algılanan kişisel kontrol değişkeni, psikolojinin çeşitli alanlarında büyük öneme sahiptir.
Tablo
Düzeltme Hataları ve Gürültü
Tablo, daha önce ya kuvvetli ya da hafif, ya kestirilemez ya da kestirilebilir gürültüye maruz kalmış olan dört grup deneğin gürültüsüz koşullarda yaptıkları düzeltme hatalarının sayısını vermektedir. Gürültünün kestirilebilirliğinin yapılan hata sayısında, gürültünün şiddetinden daha önemli bir belirleyici olduğu görülmüştür. (Glass ve Singer'den uyarlanmıştır, (1972)
KESTİRİLEMEZ GÜRÜLTÜ KESTİRİLEBİLİR GÜRÜLTÜ
ORTALAMA
Kuvvetli gürültü 40,1 31,8 35,9
Hafif gürültü 36,7 27,4 32,1
Ortalama 38,4 29,6
Şimdiye kadar ele alınan çalışmalarda, insanlar yalnızca kısa sürelerle gürültüye maruz bırakılmış ve yalnızca geçici etkiler incelenmişti. Ancak gürültülü çevreler konusundaki başlıca endişe, günler boyunca süreğen gürültüyle birlikte yaşamanın ciddi ve kalıcı etkiler meydana getirebileceğidir. Bu endişenin gerçekçi temelleri olabileceğini gösteren bir çalışmada, Los Angeles'in en hareketi havaalanının yakınındaki okullara giden ilkokul öğrencileriyle sessiz mahallelerdeki okullara giden öğrenciler karşılaştırılmıştır (Cohen ve diğerleri, 1980). Gürültülü okullara giden öğrencilerin tansiyonlarının sessiz mahallelerdeki okullara giden çocuklardan daha yüksek olduğu ve dikkatlerinin daha çabuk dağıldığı görülmüştür. Üstelik, gürültüye uyum sağlayabilme konusunda hiçbir kanıt bulunmamıştır. Hatta, çocuklar gürültülü okullara ne kadar uzun süre devam etmişlerse, dikkatleri o kadar kolay dağılabilir hale gelmiştir. Ayrıca, etkiler uzun süreli gibi görünmektedir. Bir takip çalışması, daha az gürültülü sınıflara kaydırılan öğrencilerin bir yıl sonra hala, her zaman sessiz okullara giden öğrencilerden daha çok dalgınlık sergilediklerini göstermiştir (Cohen ve diğerleri, 1981). İki gruptaki çocukların yaş, etnik köken, ırk ve sosyal sınıf açılarından karşılaştırılabilir olmaları için araştırmacılar tarafından dikkatle eşleştirilmiş olduklarını da belirtmek gerekir.
Kalabalığın etkileri
Kalabalık, gürültü gibi, şehir yaşamıyla bağlantılıdır. Kalabalığın hayvanlarda saldırganlığın, anormal davranışların, fiziksel hastalıkların artmasına, yavruların daha çok ihmal edilmesine ve ölüm oranın anmasına yol açtığı bilinmektedir (Freedman. 1975). Kalabalık koşullarda yaşadıktan sonra ölen hayvanların otopsileri, uzun süreli stres belirlilerini açığa çıkarmaktadır (Calhoun, S 962). İlk korelasyon çalışmaları, kalabalık koşulların insanlar üzerinde benzer etkileri olabileceği ihtimalini destekler gibiydi; bu çalışmalar, nüfus yoğunluğunun (birim alana düşen kişi sayısının) akıl hastalığıyla (Bkz. Hollingshead ve Redlich, 1958) ve suç oranlarıyla (Bkz. Lottier, 1938) pozitif olarak bağlantılı olduğunu gösteriyordu.
Ancak korelasyon, bir neden-sonuç ilişkisi kurmamaktadır. Gerçek nedenlerin, çoğu kez yüksek yoğunlukta yaşamayla bağlantılı olan fakirlik ve düşük sosyoekonomik düzey olması pekâlâ mümkün görünmektedir. Dolayısıyla, daha yakın zamanlardaki çalışmalar bu faktörleri göz önünde bulundurmaya çalışmıştır (Schmitt. 1966: Winsborough, 1965; Gaile, Gove ve McPherson, 1972; Freedman, Heshka ve Levy, 1975). Her ne kadar Honolulu, Chicago ve New York' da yürütülen bu çalışmalar nüfus yoğunluğu ile çocuk suçları, akıl hastalığı ve diğer patolojiler arasında genel bir pozitif ilişki bulmuşsa da, sosyoekonomik değişkenler kontrol edildiğinde korelasyonlar kaybolmaktadır. Bu bulgu, nüfus yoğunluğun tek başına patolojilerin nedeni olmadığını ima etmektedir.
Kalabalığın etkileri hakkında kesin sonuçlara varmada bir diğer sorun, tanım farklılıklarından kaynaklanmaktadır. "'Kalabalık" terimi genelde bireyin, çok fazla insanın çok sıkışık olarak bir araya geldiği şeklindeki öznel duygusunu anlatır. Ancak kalabalık hakkındaki çalışmaların çoğu, aslında nüfus yoğunluğunu belli bir alan birimindeki kişi sayısı ölçer. Bir insanın kendisini kalabalıkta sıkışmış hissedip etmediği, yoğunluğa yalnızca kısmen bir fonksiyonudur. Diğer belirleyiciler, kişinin alıştığı yoğunluk düzeyi, sıcaklık, gürültü düzeyi, kişinin kültürel geçmişi, diğer kişilerin yabancı mı tanıdık mı olduğu ve başka birçok değişkendir. Üstelik, bazı araştırmacılar iki tür yoğunluk arasında ayırım yapmayı faydalı bulmuşlardır: Dış yoğunluk (kilometre kare basma kişi sayısı) ve iç yoğunluk (bir meskendeki kişi sayısı) (Zlutnick ve Altman. 1972). Çoğu araştırmada, dış yoğunluğun kendi başına fazla etkisi yok gibi görünmektedir. Daha küçük toplumlarla karşılaştırıldığında, yüksek dış yoğunluğa sahip büyük kentlerde akıl hastalığı (Srole, 1972) ya da intihar (Gibbs, 1971) oranları daha yüksek değildir. Büyük kentlerde olunan kişiler, banliyölerde, küçük kasabalarda ve kırsal alanlarda oturanlar kadar mutlu olduklarını ifade etmektedirler (Shaver ve Freedman, 1976). Örneğin, Japonya'nın başkenti Tokyo'da kilometrekare başına 8,000'den fazla insan düşmektedir bu da Kuzey Amerika'daki kentlerin ortalama yoğunluğunun 10 katından fazladır; ancak suç oranları son derece düşüktür.
Buna karşılık, bazı çalışmalarda iç yoğunluğun sosyal patoloji göstergeleriyle bağlantılı olduğu bulunmuştur. Chicago'da, sosyoekonomik statüyü ve emik kökeni kontrol eden bir çalışma konutların içinde oda başına kişi sayısının daha yüksek ölüm oranları ve daha yüksek çocuk suçlu oranlarıyla önemli ölçüde bağlantılı olduğunu bulmuştur (Gaile, Gove ve McPherson, 1972). 65 ulustan alınmış nüfus sayımı verileri üzerindeki bir çalışma, sosyoekonomik statüyü kontrol ettikten sonra, iç yoğunluk ve aile içi cinayet oranları arasında önemli bir ilişki bulmuştur (Booth ve Welch. 1973). Son olarak, Amerika Birleşik Devletleri'nde iç yoğunluk ve suç oranları üzerine bir çalışma, nüfusu 25.000'in üzerinde olan 656 kentten alınan verileri kullanmış ve ırk eğitim ve geliri kontrol etmiştir. Büyük kentlerde, oda başına düşen kişi sayısının yüksek olmasıyla cinayet, saldırı ve ırza tecavüz oranlarının biraz daha yüksek olması arasında ilişki olduğu bulunmuştur. Araştırmacılar ev içindeki kalabalık koşulların, kişinin günlük işleri sürekli olarak engellendikçe daha büyük engellenmeye yol açabileceğini ve bu engellenmenin daha büyük saldırganlığa yol açtığını öne sürmektedirler (Booth ve Welch, 1974). Ancak, kalabalık koşullarda yaşayan kişiler, suçları işleyenlerle aynı kişiler olmayabilirler; kalabalık-engellenme-saldırganlık kuramı henüz yeterli olarak test edilmemiştir (Wrightsman, 1977).
Fakat iç yoğunluğun sosyal patoloji meydana getirdiği sonucunun bile açıklanması gerekir. Daha önce sözü edilen uluslararası çalışmadan gelen pozitif kanıtlara rağmen, bu yalnız belirli kültürler için geçerli olabilir (Booth ve Welch, 1973). Bu tür çalışmalarda yalnızca toplam verilere (uluslar arası nüfus sayımı verilerine) bakılır; veriler her bir kültürün içinde ayrı evlerden toplanmaz. İddalı bir araştırmacı, dünyanın en kalabalık toplumlarından biri olan Hong Kong kentinde tek tek evleri ziyaret etmiştir. Her ailenin yaşam alanının boyutunu tam olarak ölçmüş ve aile bireyleri arasında birkaç stres ve gerilim ölçüsü almıştır. Yoğunluk ve patoloji arasında güçlü ilişkiler bulamamıştır (Mitchell, 1971). Açıktır ki, yoğunluğun ne zaman ve ne ölçüde olumsuz bir çevresel faktör haline geldiğini belirlemekte kültürel faktörler rol oynamaktadır.
KALABALIK ÜZERİNE LABORATUAR ÇALIŞMALARI
Yukarıda aktarılan tüm çalışmalar korelasyon çalışmalarıdır; sosyoekonomik sınıf, ırk ve diğer değişkenleri göz önüne aldıktan sonra, yoğunluğun ve patolojinin birlikte artma ve azalma eğiliminde olup olmadığına bakarlar. Psikologlar ayrıca laboratuvar deneyleri yürüterek kalabalık ve sıkıntı arasında neden-sonuç ilişkileri bulmaya çalışmışlardır.
Bu çalışmalarda alışıldık prosedür, rasgele seçim iş denekleri kalabalık ya da kalabalık olmayan bir ortama yerleştirmek ve sonra iş performansı, fizyolojik genel uyarılmıştık hali, durumdan hoşlanma, karar verme, saldırganlık, arkadaş canlısı olma, vb. üzerine birtakım ölçüler almaktır. Bu çalışmalardan alınan sonuçlar çapraşık ve karışıktır (Bkz. Freedman, 1975). Örneğin, çalışmaların çoğunda cinsiyet farkları görülmektedir. Genelde, odadaki yoğunluk yüksek olduğu zaman yalnızca kadınlardan oluşan gruplar birbirlerine olumlu tepki vermekte, oysa tümü erkek olan gruplar olumsuz tepki vermektedir. En az bir çalışma ise bu bulgunun aksini göstermektedir (Loo, 1972). Kalabalığın etkileri karmaşık olup, deneklerin şahsi özelliklerine ve deneyin tam olarak hangi koşullar altında yürütüldüğüne bağlıdır.
BİLEŞİK LABORATUAR VE ALAN ÇALIŞMALARI
Gürültü konusundaki laboratuar çalışmaları gibi, kalabalık konusundaki laboratuar çalışmaları da tatmin edici değildir, çünkü denekler yalnızca kısa bir süre için kalabalık koşullarda bırakılmaktadır. Fakat görmüş olduğumuz gibi, gerçek yaşamdaki kalabalığın uzun vadeli etkilerinin, surveylerden, nüfus sayımı kayıtlarından ve suç istatistiklerinden alınmış verilerden belirlenmesi zordur. Bu, bazı araştırmacıları iki yaklaşımın bir bileşimini denemeye, aslında değişik türden ortamlarda yayan bireyleri laboratuarda incelemeye yönelmiştir (Bu yaklaşımın bir örneği, gürültülü ve sessiz okul çevrelerinden gelen çocukların dikkat dağılması konusunda test edildiği çalışmadır) Yüksek yoğunlukta bırakılmanın kısa sürdüğü laboratuar çalışmalarının aksine, bileşik çalışmalar günlük yaşamın sürdürüldüğü laboratuar çalışmalarının aksine, bileşik çalışmalar günlük yaşamın sürdürüldüğü fiziksel ortamın gerçekten de kişinin sosyal davranışını etkilediğini göstermektedir.
Üniversite yurtları bu türden birkaç çalışmada laboratuar işlevi görmüştür çünkü birçok kampüste hem çok sayıda sakinin paylaştığı uzun koridorlu yurtlar, hem de az sayıda kişinin paylaştığı ortak odaları olan daha küçük süitler bulunabilmektedir. Surveyler, uzun koridorlu yurtlarda kalan sakinlerin bu düzenlemeden, kısa koridorlu yurtlarda kalan sakinlere oranla daha az memnun olduklarını göstermiştir. Uzun koridorlu yurtlarda kalanlar kendilerini daha sıkışık hissettiklerini söylemekte ve sosyal etkileşimin niteliğinin zaman içinde daha olumsuz hale geldiğinden şikayet etmektedirler.
Laboratuar koşullarında gözlemlendiklerinde, uzun koridor sakinleri, yaşam koşullarında değişiklik yapabilme konusunda, kısa koridor sakinlerinden daha kötümser olduklarını bildirmektedir. Ayrıca ortak paylaşım mekânlarından kendilerini çekmekte, deney hakkında daha az soru sormakta, bekleme odasında bir başka öğrenciden daha uzakta oturmakta ve ona bakmaya ve onunla konuşmaya daha az zaman ayırmaktadırlar. Bir deneyin parçası olarak bir oyun oynamaları istendiğinde, uzun koridor sakinleri kısa koridor sakinlerinden daha az işbirliği yapmışlar, ya daha yarışmacı davranmışlar ya da sorulduğunda oyuna katılmamayı tercih etmişlerdir (Baum ve Valins, 1977).
Bu tür bulgular şu varsayımı desteklemektedir; Uzun koridorlu yurtlarda ya da yüksek yoğunluk koşullarında yaşamanın getirdiği başlıca engellenme, kişinin sosyal etkileşimlerinin sayısını, zamanını ve niteliğini düzenleyememesi ya da kontrol edememesidir.
Bu hipotez, öğrenilmiş çaresizlik kuramından yola çıkılarak öne sürülmüştür. Bu kuram, kişini çevresini kontrol edememesinin bir çaresizlik duygusuna yol açtığını, bunun da kişiyi başka durumlarda bile geri çekilmeye ve denemekten vazgeçmeye yönlendirdiğini belirtir (Seligman, 1975). Yoğunluğun yüksek olduğu koşullarda yetiştirilen farelerin, sadece karmaşık işlerde daha zayıf performans göstermekle kalmayıp, bazen stres altındayken bile hiçbir tepki vermedikleri görülmüştür (Goeckner, Greenough ve Mead, 1973).
Öğrenilmiş çaresizlik kuramını daha doğrudan test etme çabasıyla, lise öğrencilerine önce çözümü olmayan, sonra çözümü olan iki problem verilmiştir. Yoğunluğun yüksek olduğu evlerde yaşayan öğrenciler, çözülebilir problemde, daha başarısız olmuşlardır (Rodin, 1976). İlk problemi çözmekte başarışız olunca, bu öğrenciler belli ki daha büyük bir çaresizlik duygusuna kapılmışlardır.
Yoğunluğun yüksek olduğu çevrelerde yaşamanın olumsuz etkileri, çaresizlik duygusundan, kişinin sosyal etkileşimlerini denetleyemediği ve başka insanların özel alanına girişlerini düzenleyemediği duygusundan kaynaklanabilir. Bu da son derece karmaşık görgü kuralları olan kültürden – örneğin, Hong Kong ve Tokyo – insanların, hem dış yoğunluğunun hem de iç yoğunluğun yüksek olduğu bir ortamda o kadar büyük bir zarafetle yaşamayı nasıl başarabildiklerini açıklayabilir (Schmitt, 1963; Mitchell, 1971). Bu toplumlarda, yüksek yoğunluk, sosyal çevre üzerinde kontrol sahibi olmamama duygusuna yol açmıyor olabilir.
Bu sonuçlar, daha önce ele alınan gürültünün etkileri konusundaki bulgulara paraleldir. Her iki durumda da, önemli olan, fiziksel değişkenleri kendileri değildir; gürültü düzeylerinin ve nüfus yoğunluklarının yüksek olmasının muhakkak olumsuz etkileri olmayabilir. Daha önemli olan, kişisel kontrolün gerçek ya da algılanan eksikliğidir. Sosyal patolojiye neden olan şey, kestirilemez gürültü ve kişinin hayatına olan ve kontrol edilemeyen sosyal müdahalelerdir. Kalabalık üzerine çeşitli kültürlerden elde edilen verilerde, sosyal normların güçlü ve yaygın etkilerini görürüz. Fiziksel çevre etkilerinin bile sosyal etkiler olduğu ortaya çıkar.
Özet
1. Hem, insanlar hem de insana yakın türlerin başka üyelerinin varlığında, daha çabuk tepki verirler. Sosyal kolaylaştırma denilen bu etki diğerlerinin aynı işi yapıyor olmaları halinde de (birlikte hareket), sadece izliyor olmaları halinde de (seyirciler) oluşur. Başkalarının varlığı organizmanın dürtü düzeyini artıyor gibidir; insanlarda, yarışma ya da değerlendirme endişesi gibi bilişsel faktörlerde rol oynamaktadır.
2. Güruhların ve kalabalıkların kimi zaman sergilediği ket vurulmamış saldırgan davranışlar, birey olmaktan çıkma halinin sonucu olabilirler. Bu halde bireyler, kişisel kimliklerini kaybettiklerini ve gruba karıştıklarını hissederler. Anonimlik ve gruba karışma genelde öz farkındalığı azaltır ve birey olmaktan çıkmaya katkıda bulunur. Birey olmaktan çıkmanın sonuçlarından bazıları, itkisel davranış üzerindeki kısıtlamaların zayıflaması, mevcut ipuçlarına ve o anki duygusal durumlarına karşı duyarlılığın artması ve başkaları tarafından değerlendirilme konusundaki endişelerin azalmasıdır.
3. Acil durumlarda seyirciler, yalnız olmalarına oranla grup halinde bulunduklarında müdahale etmemeye daha çok eğilimledirler. Grup üyeleri sakin görünmeye çalışarak birbirleri adına durumu acil olmayan bir durum olarak tanımlayabilirler (çoğulcu görmezden gelme). Başka insanların varlığı ayrıca sorumluluğu dağıtır, öyle ki hiç kimse bir edimde bulunma gereğini duymaz. Bu faktörler en aza indirgendiğinde, özellikle en azından bir kişi yardımcı davranış sergilediğinde, seyircilerin yardım etme olasılığı daha fazladır.
4. Sosyal normlar, belirli durulmadaki uygun davranış biçimleri hakkında varılan kanı birliği ve uzlaşmadır. İnsanlar genellikle herhangi bir dış baskının farkında olmaksızın ve sıklıkla normun varlığının farkına varmaksızın, sosyal normlara uyarlar. Laboratuar çalışmaları, belirsiz bir algı işini kullanarak grup hükümlerinin ya da normların, bireyin hükümleri üzerinde güçlü ve uzun süreli bir etkisi olabileceğini göstermiştir.
5. Asch, doğru yanıtın ne odluğunun bariz olduğu basit bir algı işini kullanarak, sosyal baskıya uyma davranışını incelemiştir. Grubun yanlış yanıtlarının birey üzerinde, grubun kararına katılmak için güçlü bir baskı uyguladığını görmüştür. Uyma yönündeki baskılar, karşı çıkmanın gruba iletilebileceği mesajdan onların yetersiz olduğu ya da bireyin gerçeklikle temasını kaybetmiş olduğu mesajından doğuyor gibidir. Grubun tüm üyeleri aynı hükümde uzlaşmışsa, çok daha az uyma davranışı gözlemlenmektedir.
6. Milgram’ın yürüttüğü bir dizi çarpıcı ve tartışmalı çalışma, insanların bir deneycinin masum bir kurbana güçlü elektrik şokları vermeleri yolundaki emirlerine itaat edeceklerini göstermiştir. İtaat oranlarının yolundaki emirlerine itaat edeceklerini göstermiştir. İtaat oranlarının yüksek olmasında rol oynayan faktörler şunlardır: Deneycinin taleplerinin giderek artması; deneyi sonuna kadar sürdürmek için varılan sözsüz anlaşma; kişiyi edimlerinin sonuçlarından uzaklaştıran ortam özellikleri (tamponlar); deneycinin gözetimi ve bilimin, kişileri özerkliklerini deneycinin inisiyatifine bırakmaya yönelten meşrulaştırıcı rolü.
7. Çoğu insan bu tür deneylerdeki uyma ve itaat oranlarının gerçekte olandan çok daha düşük olacağını bekler ve sonuçlardan hayrete düşer. Bu da, dış güçlerin davranışı etkileme derecesini küçümsemeye eğilimli olduğumuzu gösterir.
8. İkna konusundaki çalışmalar, bir kimsenin iletişim kaynağı hakkındaki değerlendirmeleri ne kadar yüksekse, iletişimle ikna olma ihtimalinin de o kadar yüksek olduğunu göstermektedir. Değerlendirmedeki iki ana öğe, iletişim kaynağının hedef birey açısından inanılırlığı ve çekiciliğidir.
9. Referans grubu, sosyal ödüllendirme ve cezalandırmalar uygulayarak ve bireylere olayları ve sosyal konuların hazır yorumlarını sağlayarak, onların tutumlarını ve davranışlarını düzenler. Bir birey mutlaka onlara ait olmasa da, referans gruplarıyla özdeşleşebilir.
10. Çoğumuz birden fazla referans grubuyla özdeşleşiriz, bu da çelişen baskılara yol açabilir. Üniversite öğrencileri çoğu keza ile referans grubunun görüşlerinde, genelde daha liberal olan üniversite referans grubunun görüşlerine doru kayarlar.
11. Çevre psikolojisinin iki ana uğraşı alanı, gürültünün ve kalabalığın insan davranışları üzerindeki etkileridir. Gürültü hakkındaki araştırmalar, gürültünün kestirilebilirliğinin, şiddetinden daha önemli olduğunu göstermiştir. Her ne kadar çevredeki kronik gürültünün çocukların tansiyonunu ve dikkatlerinin dağılabilirliliğini etkilediği görülmüşse de, kestirilemez gürültü kestirilebilir gürültüden çok daha engelleyicidir. Gürültüyü kontrol edebileceğini bilmek, gürültünün performans üzerindeki olumsuz etkilerini azaltmaktadır.
12. Kalabalık, çok fazla inansın çok sıkışık olarak bir araya geldiği şeklindeki öznel, duyguyu anlatır. Kalabalık, belli bir alandaki kişi sayısını ifade eder, yoğunluğun yalnızca kısmen bir fonksiyonudur. Dış yoğunluğun (kilometre kare başına kişi sayısının) tek başına olumsuz etkisi azdır. Bazı survey çalışmalarında, iç yoğunluğun (bir meskendeki kişi sayısının) sosyal patolojiyle bağlantılı olduğu bulunmuştur, ancak bu etkiler her kültürde görülmemektedir.
13. Kalabalık koşulların yaratıldığı laboratuar çalışmalarında tutarlı sonuçlar elde edilememiştir. Ancak yoğunluğun yüksek ve düşük odluğu koşullarda yaşayan bireylerle yapılan çalışmalar, yoğunluğun yüksek olduğu koşullarda yaşamanın gerçekten de olumsuz etkileri olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Önemli değişkenler yine kestirilebilirlik ve kontrol gibi görünmektedir. Yoğunluğun yüksek olduğu koşullarda yaşamak en çok, sosyal etkileşimlerin sayısını ve niteliğini kontrol etmede çaresizlik duygularına yol açtığı zaman sorunlara neden olmaktadır.