KİTAPTAN ALINTILAR... (OKUMANIZI TAVSİYE EDERİM.)
1995 yılı benim için askere giderken izini kaybettiğim dünyaya yeniden dönüşüm oldu; fakat o dünyanın atmosferi artık izini kaybettiğim günlerdeki gibi bir teneffüsü sunmadı bana. İşsiz güçsüz sıkıntılı stresli dolaşırken bu sıkıntılarımın bir kısmını kara kaplı defterimle paylaşıyordum. Birbirinden kopuk ve fazlasıyla duygusal olan bu karalamalar, askerliğin hemen ertesinde başlayan “tutunulamamış” günlerimde beni hiç yalnız bırakmadı.
Toplumun bütün katmanlarını ilgilendirmesine rağmen, pratik olarak herkes tarafından tecrübe edilmesi mümkün olmayan yaşantılarsa, muhakkak yazılmalıdır. Bu konularda sözlü anlatıların anonimleşen yapısının oluşturduğu deforme edilmiş bilgi yerine, yeri geldiğinde bilimsel incelemelere de fırsat verecek metinlerin oluşmasından yanayım. Burada anlatılanların birçoğu binlerce insanın birbirine benzer şekilde yaşadıklarıdır. Kimi zaman daha yoğun, daha tehlikeli, daha trajik, ama birbirine benzer şekliyle…
Bir Güneydoğu Hikayesi Doğarken
Coğrafya kitapları bölgelerimizi anlatırken, insanların etnik kökeninden, dininden, dilinden, ırkından bahsetmedi bize. Bölgelerimiz yüksek dağları, bereketli ovaları, yağış alan toprakları, zengin maden yataklarıyla aklımızda kaldı. Ancak buraların bizden olmayan birileri için “Arz-ı mevud” olduğuna dair bilgileri elde edince dışarıdan dost diye bildiğimiz bir ülkeye ve onun hamilerine karşı içeriden savunmaya geçtik.
Bizim için Çukurova pamuk, Zonguldak kömür yatağıydı. Van gölü en büyük gölümüz, Erzurum en yüksek rakımlı şehrimiz, Ağrı Dağı’ysa en büyük dağımızdı. Biz büyüdükçe yataklarımızın,göllerimizin, dağlarımızın hep başka ülkelerden birilerinin hayallerini süslediğini öğrendik. O zaman memleketimizin üç tarafının denizlerle dört tarafının düşmanlarla çevrili olduğunu iyice fark ettik. Üstelik hem yurttakilerle hem de dünyadakilerle dost olmanın iç ve dış politikalarımızı belirleyen hedef olduğunu öğrenmişken, bunun böyle olmadığını fark edince yeni bir paradoksun cenderesinde yaşamaya başladık, bu nasıl iş diye soramadan.
Sırası gelenler gibi kuşandık, silahlandık, kurşunlandık, kurşunladık…
Halkın Kıyısında Birkaç Sitem Cümlesi
Korumasız öğretmenleri can evinden vurdular, okulunda yazısını bitiremediği kara tahtanın önünde, lojmanın kenarında, köyünün içinde, köylünün gözü önünde. O topraklarda eskiden öğretmeni baş üstünde tutan köylüler, görmemezlikten geldiler her şeyi; Mehöetleri topraklarına düşürenleri görmemezlikten geldiler…
Yolculuk Eğirdir’e
Gideceğimiz yerler belli oldu. Eğirdir Dağ ve Komando Okulu eğitim Merkez Komutanlığı’na yedek subay adayı olarak gidecektim.
Gidiş vakti geldi. Bir ağustos sabahı Ankara terminali alışılagelmiş uğurlamalara şahit oluyordu. Yüzlerce uğurlanan ve uğurlayan arasında her uğurlanan kendi uğurlayıcısı için anlam taşıyordu.
Muavin, “Isparta yolcusu kalmasın!” diye bağırdığında anamızın akmaya niyetlenmiş gözyaşları coştu, ellerimiz bir süre havada sallandı. Aklımda kalan tek görüntü, otobüsün ardından yetişebildiği kadar koşan, elleri havaya, gözyaşları yere sallanan bir ana ve ağlamaya utanan bir babayla birlikte havalanmış ellerde beliren mahzun gözler…
Eğirdir Dağ ve Komando Okulu
Yemek yiyişimiz birbirine benziyordu. Bir yere yetişecekmişiz gibi hızlıydık. Yerken, çamurda koşar gibi sesler çıkıyor, şapırtılara doymuş ağızlarda avurdumuzu şişiren lokma, ekmeğin kutsal yardımıyla boğazımızdan aşağıya iniyordu. Alışkın olduğumuzdan yemek işleri çabuk bitti, bir zorluk çekmedik. Ellerimize bulaşan yağın silinmesine çare aradık, bulduk. Yarısını gazete kağıdına, yarısını belli etmeden üstümüze sürdüğümüz ellerimiz nasıl olsa alışacaktı susuz sabunsuz temizliğe.
Halkın Kıyısında Birkaç Sitem Cümlesi
Artık, her şey vatan içindi. Bu en çok yürüyüşlerimizde belli oluyordu. Komutla birlikte uygun adımlarla “Her şey vatan için!” diye bağırarak yürüyorduk. Öncelikle selam vermeyi, esas duruşta durmayı, sonradan öğrenmek şartıyla attığını vurmayı öğrenmemiz gerekiyordu. Mavi berenin bir bedeli olmalıydı elbette.
Yürüyüşlerde, her Türk’ün asker doğduğunu unutmuyorduk. Her Türk asker doğuyordu fakat her Türk komando olamıyordu.
Sağlık Kontrolü
Sağlık kontrolleri uzun sürmedi. Muayeneden sonra kontenjan fazlası çıktı. Gönüllü olarak kalmak isteyenler ve gitmek isteyenler soruldu, çoğunluk gitmekten yanaydı. Gidenler gitti. Böylece Eğirdir sağlık kontrollerinden sonra aslanlarıyla baş başa kalmıştı.
Kimler Yoktu ki Orada…
Gazetelerin her gün çatışmadan, yol kesmeden, ölümden, onlarca şehitten bahsettiği, devlet büyüklerinin “Kanları yerde kalmayacak”la biten beyanatlarından geçilmediği günlerdi. Yüzlerce kişilik gruplarla karakollar, köyler basılıyor, askerler, öğretmenler, çocuklar öldürülüyor, yol yapmaya çalışan araçlar, okullar yakılıyordu. Komandoya ihtiyaç vardı. Üstelik gönüllü olmuştu. On iki aylığına gitmiş, on yedi ayda gelmişti.
Yemin Ettik Bir Kere
Her engelden geçişimiz görünmeyen bir gücü sırtımıza bindiriyor, güçlü olmanın dayanılmaz ağırlığını yaşıyorduk… Başarıyla yaptığımız her eylemin ardından “Komando!” diye bağırıyorduk.
Tam teçhizatlı bir şekilde yokuşları birer birer aşınca “Ey dağlar tanıyın bizi, biz Türk komandosuyuz, ayaklarımızın altında aşınmaya mecbursunuz” diye bağırmak geldi içimden.
Patlamalara Alışırken
Gün geçtikçe silahlarımız bize daha fazla yakışıyor, sırt çantalarımız hiç çıkmayacakmış gibi yerleşiyordu sırtımıza. Omuzlarımızda çantaların bıraktığı iz, ayaklarımızda yürümekten kalınlaşan derimiz nasır bağlıyordu. Her geçen gün yürüyüşümüzdeki asalet artıyor, adımlarımız uzaktaki dağlarımızda bekleyen “hain rakımlı” tepelere çekiyordu bizi.
Güneydoğu Yolcuları
Heyecanla beklediğimiz gün geldi. Sırayla kura çekilecek,buradan sonra gideceğimiz yerler belli olacaktı. Şırnak, Siirt, Hakkari, Tunceli, Batman… Gidilecek yerlerin hepsi birbirine benziyordu. Kayseri ve Bolu Komando tugaylarını çekenler yer ismine rağmen Güneydoğu’ nun nerede olacakları belli olmayan has komandoları olacaktı.Gökçeada çekenlerden bir grup da böyle oldu. Mesela Attila, Gökçeada çekti, Yüksekova’dan çıktı.
Kuralardan Sonra ve Tatbikat
Bir komando atasözü şöyle diyordu “Komando yazın parkayı, kışın matarayı unutmaz.”
Takım olarak müstahkem bir tepede mevzilenip dilenmeye koyulduk. Bütün takımlar tim tim ayrı tepeleri tutuyor ve mevzileniyordu. Dinlenme sırasında ilk yapılan şey mataralardaki suyun doyasıya içilmesiydi. Suyu kana kana içmememiz gerekiyordu, her susayışta bir yudumla idare etmek ya da sadece ağız ıslatacak kadar kullanmak gerekiyordu. Gün geldi, bunun da ne anlama geldiğini susuzluktan kavrulurken bir iştahla tükettiğimiz suyumuzun matarada kalan ıslaklığıyla yaşamak zorunda kalınca öğrendik.