Kurtuluş Savaşı'nda, savaşın başından sonuna kadar cepheden cepheye hizmet veren Dr. Fahri Can'ın Kuvayı Milliye dönemi anılarının son bölümünü vermek istiyorum.
Burada doktorumuz, Kurtuluş Savaşı'nın bitiminden hemen sonraki izlenimlerini dile getirmektedir:
'...Gebze'de yerlilerden müteşekkil bir kuvvet toplanmış ve buna merhum Süleyman Askerî Bey'in meşhur akıncı müfrezesinin adı olan 'Osmancık' adı verilmişti. Bu kuvvetten Osmancık taburu diye bahsedilirdi. İngilizler Gebze'nin batısından Kazdağı istikametinden, büyük bir topçu hazırlığından sonra mühim kuvvetlerle taarruza geçmişler ve maalesef Osmancık taburu efradı hemen kâmilen evlerine sığınmışlardı. Ben o zaman Ömerli mıntıkasında idim. Hikâyeyi uzatmayayım, birkaç gün içinde ben jandarma kumandanı birinci mülâzım Nazmi (Sevgen) ve Karaaslan çetesinden Mered Ali yapayalnız kalmıştık. Bu üç kişi Adapazarı istikametinde yola çıktık. Kandıra köyleri hemen boşalmış, pencerelerine birer beyaz bez asılmıştı. Bir evden bir inilti duyduk, girdik. Çok yaşlı ve mefluç bir nine yatıyordu. Yanına su ve ekmek bırakmaktan başka ne yapabilirdik? Derin bir üzüntü içinde âdeta boğuluyorduk. Geceyarısına doğru İzmit-Şile şosesi göründü. Parlak bir mehtap vardı. Yol beyaz bir kurdelâ gibi uzuyordu. Çok uzaklarda - gözün görebildiği - müteharrik karaltılar seçiliyordu. Yolun düşman tarafından kontrol altına alındığına muhakkak denebilirdi. İş, yolu aşıp öbür yakadaki fundalığa dalmakta idi. Hayvanların haşalarından kesip ayaklarına bağladık. Ben ve Nazmi önden geçecektik. Ses çıkmazsa Mered Ali de hayvanları yedeğine alıp geçecekti. Müsademe olursa ona 'sen de ne istersen yap, başının çaresine bak' dedik. Bu sırada aklıma bir şey geldi. Daha önce bir haber almıştık: İngilizler Süleyman Kaptanı esir etmişler, sonra da kadanaların arkasına bağlatıp yollarda sürüyerek fecî bir şekilde şehit etmişler diye. Bunun ne dereceye kadar doğru olduğunu bilmiyorduk, amma, bir kere aklıma gelmiş oldu. Nazmi'ye dedim ki:
- Sana bir teklifim var. Ne olduğunu sormadan yapacağına yemin et.
- Böyle şey olur mu? Evvelâ ne olduğunu bilmeliyim ki, ona göre ya evet ya hayır diyebileyim.
- Hayır, evvelâ yapacağına yemin edeceksin.
- Bir şartla, ben de sana aynı şeyi söylersem sen de yemin eder misin?
- Şimdiden evet, vallahi billâhi yapacağım.
- Pekâlâ kabul ediyorum. Teklifini vallahi billâhi yapacağım. Şimdi söyle.
- Eğer müsademeye tutuşur isek ve ben vurulur, ölmez ve sadece yaralanırsam tabancanı alnıma boşaltacaksın.
- Of! bu çok ağır bir şey.
- Ama yemin ettin.
- Doğru, yapacağım.
- Ben de...
Ve ağır ağır yürüdük, yolun kenarına geldik, sürüne sürüne karşıya geçtik. Ve ateşe hazır mevki aldık. Biraz sonra Mered göründü, vukuatsız geçtik. Atlandık ve fundalığa daldık. Biraz sonra hayvanlardan birinin, nedense kişnemesi tutmaz mı? Arkadan makineli ile bir yaylım başladı. Ses çıkmayınca kesildi. Hülâsa başka bir vukuat olmadan Adapazarı'na geldik. Adapazarı'nda kaymakam ve Kocaeli mutasarrıf vekili rahmetli Ferit Bey'e indik. Bir karış sakal, bıyıklara karışmış, toz toprak içinde, mânen maddeten yorgun bir halde idik. Ferit Bey evvelce Gebze kaymakamı idi. Mütarekeden sonra tabiî azledilmişti. Ve bizi ölü diri tutmak üzere Yunusağa kumandasında sevk edilen Kuvayı İnzibatiye'nin geleceği günden bir evvel geceyarısı beraber dağa çıktığımız, kardaştan ileri arkadaşımdı. Kucaklaşıp, öpüştükten sonra onun himmeti ile tıraş olduk, yıkandık, temiz çamaşır giydik. Elbiselerimiz fırçalanıp silindi, temizlendi, adama benzedik. Ertesi akşam Ferit Bey şerefimize bir sofra hazırlattı, 24. Fırka Kumandanı Âtıf Bey'den başlayarak hükûmet erkânını ve şehir eşrafını davet etti. Sofra başında çektiklerimizi unutmuş, hayatımızdan memnun sohbet ediyorduk. Benim yegâne elbisem boz renkte, dirseği, maverası, dizleri meşin kaplı şeydi. Başımda da lâz başlığı vardı. O zaman şimdiki gibi başı açık değildik. Bir kere, sözgelişi Ferit Bey bana hitap için 'Doktor' dedi. Sofrada üstü başı çok mazbut, akı daha çok kır saçlı, altın gözlüklü bir zat vardı. Konuşma sırasında tarihî bir meseleden bahsederken okumuş, kültürlü bir zat olduğu belliydi. Sonradan öğrendim mutasarrıflıktan emekli imiş. Ferit Bey bana 'doktor' diye hitap edince bana döndü, acıyan bir nazarla baktı ve:
- Efendi oğlum, siz hakikaten doktor musunuz? dedi.
- Evet efendim.
- Vah vah, çok müteessir oldum, efendi oğlum.
- Neden beyefendi, anlayamadım.
- Memleketi bir avantür için, bütün bütün yok olmasını göze alanlar arasında münevver bir doktorun da bulunması beni âti için çok üzdü.
Kaymakam, fırka kumandanı bu muhavereyi hem hayretle hem merakla dinliyorlardı.
- Ben, efendiciğim, bu sözlerinizden bir şey anlayamadım.
- Evlâdım, anlaşılmayacak bir şey yok, ama biraz izah edeyim; biz dört sene evvel muazzam bir imparatorluk idik. Ordumuz, donanmamız, hazinemiz, hükûmetimiz her şeyimiz vardı. Ayrıca Avrupa'nın en kudretli ordularına sahip devletlerle müttefik idik. Dört sene harp ettik, ülkeler kaybettik, yıprandık ve nihayet mağlûp olarak yerlere serildik. Bugün ne ordumuz var, ne donanmamız, ne de hazinemiz. Hükûmet ne kurtarabilirse kârımız o olacak. Fakat sizin bu hareketleriniz buna da mâni olacak ve nihayet yok olacağız. O vaziyette kaybettiğimiz harbi, düşmanlarımız zaferle şahlanmış ve biz yerlerde sürünür bir halde iken mi kazanacağız? Yazık efendi oğlum, çok yazık!
Sofradakiler kulaklarına inanamaz bir halde bizi dinliyorlardı.
- Beyefendi, dedim, müsaade buyurursanız zatı âlilerine bir hikâye ile cevap vereceğim. Çünkü ne yaşım, ne tecrübem, ne bilgim bu hususta zâtıâlileriyle münakaşa etmeye müsait değil.
- Hikâye mi dediniz.
- Evet efendim, hikâye. Efendim, bir yolcu, bir dağın eteğindeki yoldan geçiyormuş. Bakmış ki bir karınca cüssesine göre açtığı bir delikten mütemadiyen girip çıkıyor ve bir şeyler yapmaya çalışıyor. Sormuş:
- Karınca Efendi ne yapıyorsun? Karınca da dile gelmiş:
- Efendim dağın öbür yamacında yavuklum var, dağı delip ona kavuşmak için çalışıyorum.
- A Karınca Efendi, bir kendine bak, bir de dağa. Sen bu halinle bu dağı nasıl delebilirsin?
- A efendi, demiş, dağı delip yavukluma kavuşamazsam, yolunda olsun ölürüm ya.
İşte beyefendi, biz de çocuğu olduğumuz milletin hürriyeti, bakâ ve istiklâli için bu mihnetlere katlanıyoruz. Bunu biz başaramazsak bile bu uğurda ölüp, bizden sonrakilere olsun örnek olamaz mıyız?
Sofrada anî bir alkıştır koptu. Yaşlı zat, sadece 'masal' dinlemekle iktifa etti ve biraz sonra gitti.
Büyük zaferi Allah'ın inayetiyle kazanmıştık. Rafet Paşa görülmemiş tezahürat içinde İstanbul'a girmişti. Ben de onbeş gün izin alarak hasretini çektiğim güzel İstanbul'un yolunu tuttum. Arifiye'de trenden inip Adapazarı'na gittim. Eski mücadele arkadaşlarını buldum ve onlardan yaşlı zâtı sordum. Gidip:
- Beyefendiciğim, karınca dağı deldi ve yavuklusuna kavuştu. Artık buna da 'masal' demezsiniz ya? diyecektim. Maalesef zaferden evvel vefat etmiş olduğunu söylediler.